Oslo’da Medeniyetin İzleri

Sanatın, bilimin, sessiz direnişlerin ve kahve kokan sokakların izinde… Oslo’da gerçek medeniyetle tanışıyoruz.

İliklerime kadar medeniyet işlerken soğuğunda ısındığım şehir… Avrupa şehirlerinin toplumsal ve kültürel aynılığı iddiasını yerle bir ederken “düzenin de bir düzeni olduğunu” yüzüme tokat gibi çarpıyor. Medeniyetin beşiği Göbeklitepe’den başlayan bir yolculukta medeniyetin izlerini sürmek için doğrudan Norveç’e ilerleyebilirsiniz.

Hepimiz “insanlık gelişti, dönüştü ve değişti” diye başlayan hikâyeleri duyuyoruz. Benim aklıma ise insanların en ilkel haliyle, sadece hayatta kalmak ve genetik devamlılık için yaşadığı, şiddetin her türlüsünü meşrulaştırdığı, toplumsal gerçekliklere sırt çevirdiği avcı-toplayıcı topluluklar(!)geliyor. O günlerden bugünlere nasıl bu kadar ilerlediğimize şaşırıyorum. İnsanlığın gelişmişlik düzeyine ayrı, medeniyet dediğimiz şeyin gelişmişliğine ayrı hayret ediyorum(!)

Demem o ki, 21. yüzyılda şehirde yaşayan medeni bir insan olarak, her gün “huzurla” uyanır ve “Yok artık, bu kadarı da olmaz ya!” diye güne başlarım. Ve her seferinde “bu kadarı” olmaya devam eder. Bu nedenle Norveç gibi ülkeler benim için hep idealize edilen bir hayal ülkesi, bir çeşit ütopya olarak kalmaya mahkumdur. Ama yine de kabul ediyorum: Norveçlilerin, tüm insanlık adına medeniyet düzeyini arşa taşıdığını yerinde görmek, insanlık adına küçük ama benim için “büyük bir umut”tu.

Bilime, sanata ve sevgiye inanan bir iyimser kalabilmemle doğrudan ilgili olarak, bu şehrin bende yeri apayrı. Norveçli ekspresyonist ressam Edvard Munch en sevdiğim sanatçılar arasında yer alıyor. Tüm dünyada en bilinen eseri “Çığlık” (Skrik / The Scream) ile tanınır ama bu eser, bir tablodan çok daha fazlası, adeta varoluşsal bir kaygının temsilidir. Munch’un fırça darbeleri, yoğun duyguların dışavurumudur.

Munch’un tablolarını zihnimde taşıyarak, Norveç’in heykel sanatında ne denli aşmış olduğunu görebileceğim Frogner Parkı ve Vigeland Heykel Parkı’na (Vigelandsparken) doğru ilerliyorum. İnsan yaşamı, yaşlılık ve ölüm döngüsünü, tüm heykellerin yüzünde sanki gerçekmiş gibi hissedebiliyorum. Ünlü Norveçli heykeltıraş Gustav Vigeland’a ait bu heykeller, gerçek yaşamdan fırlamışçasına heykel sanatının ne kadar gelişmiş olduğunu ortaya koyuyor.

Aynı gelişmişlik, bu kez entelektüel bir noktada karşıma çıkıyor. Şehrin en gözde entelektüel yapılarından biri olan ve Nobel Barış Ödülleri’ne ev sahipliği yapan Oslo Belediye Binası (Oslo rådhus) mimarisiyle beni büyülüyor. Bu ihtişamlı yapı, ev sahipliği yaptığı ödüllerin ağırlığını fazlasıyla taşıyor.

Şehre hayran olmak için başka bir nedenim daha var. Kahve tutkunu biri olarak, dünyaca ünlü kahveci Tim Wendelboe’da soluklanmak ve muhteşem kahvelerini deneyimlemek tarifsizdi. Kahve çekirdeklerinin yolculuğunu dinlerken, iyi bir kahvenin peşinde kilometrelerce sürüklenebileceğimizi ve bir yudumla kendimizden geçebileceğimizi bir kez daha anladım.

Şehrin büyüsünden uzaklaşmadan, Oslo’nun tarihî kimliğini önemsediğinin en güçlü sembollerinden biri olan Old Aker Kilisesi (Gamle Aker kirke)’ne geliyorum. Burası muhtemelen 1080’lerde inşa edilmiş, Norveç’in en eski taş kilisesi ve hâlen aktif olarak kullanılıyor. Kilisenin hemen yakınındaki, hafiften yokuş ve dar Telthusbakken Sokağı boyunca uzanan rengârenk ahşap evler, şehirden bir anda kırsala ışınlanmış gibi hissettiriyor insana. Burası aynı zamanda Edvard Munch’un “Eski Aker Kilisesi” (Old Aker Church) adlı tablosuna konu olan, Munch’un çocukluğunun geçtiği yer.

Ama yine de beni en çok etkileyen şey, şehir merkezindeki meme kanseri farkındalığı için yapılan ve gerçek bir hikâyeden esinlenen, dünyada eşi benzeri olmayan Cecilie- Tedavisi olmayan meme kanserine yakalanan kadın heykeli (Brystkreftforeningen). Heykel, 42 yaşındayken tedavisi olmayan meme kanseri teşhisi konulan üç çocuk annesi Cecilie’yi temsil ediyor, tabii onun temsilinde meme kanserine yakalanan tüm kadınları… Bir memesi alınmış bir kadını cesurca ve gururla sergileyen bu heykel, sürecin zorluğuna rağmen dimdik bir duruşu simgeliyor. Kadın bedenine yönelik toplumsal baskılara, güzellik standartlarına meydan okuyarak, tüm bu algıların dışında bir bedenin “eksik değil, güçlü, cesur ve hâlâ çok güzel” olduğunu vurguluyor.

Yağmurlu bir Oslo sabahında bu heykelin karşısında büyülenmiş bir şekilde dururken, kadın bedenine yönelik tüm baskılara karşı bir başkaldırı gibi görünen bu eseri tekrar tekrar kutsadım.

Zihnime kazınan bu cesur heykelin anısıyla, yağmur altında ona bakarken düşündüğüm anları tekrar yaşayarak bu yazıyı sonlandırmak istiyorum. Üzerimizdeki toplumsal baskıya rağmen tüm ışığımızla parladığımız, tüm kusurlarımızla ne kadar güzel olduğumuzu bildiğimiz, tüm yaralarımızla bir o kadar güçlü yürümeye devam ettiğimiz için bizi seviyorum. Oslo’nun meydanında dimdik duran tek memeli kadın heykeli hepimizin mücadelesinin bir parçası ve bu yüzden anılarımda bu kadar anlamlı…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir