Lesvos’un Özgür Mavisi

Lesvos’un özgür mavisinde, yıldızların ve denizin arasında bambaşka bir “an”ı tanımlıyorum…

Bu defa bir an’dan sesleniyorum. Tatilimin son gecesi… Lesvos’ta, masal eşlikçisi gerçeklikte bir evin balkonundayım. Karşımda Anaxos sahili geceye eşlik ediyor. Ama gecenin bir diğer eşlikçisiyle daha ilgiliyim: gökyüzünü seyre dalıyorum… Bu anlarda şehrin “yuttuğu” yıldızları izleme şerefine nail oluyorum. Kendimi Vincent van Gogh’un Starry Night tablosunun karşısındaymış gibi hissediyorum. Beynimde Don McLean’ın aynı adlı şarkısı çalıyor: “Now I understand what you tried to say to me…” Anlıyor muyum bilmiyorum, ama hissettiklerim kesin. Bazı anları tüm detaylarıyla zihnimde yeniden canlandırıyorum… Dünyanın en gözde sanat eserlerinden birinin yalınlığı ve dünyada tanınırlığı müthiş bir paradoks. Öyle ki bu sanat eserinin, bir akıl hastanesinin odasının penceresinden görülen manzara olması hepimizin “anlaşılma” telaşının altına imzasını atıyor…

Oysa belki de yaşamanın en insani ve yalın tarafı anlamlardan arınmak… Tıpkı doğa ile baş başa kalma imkânı bulduğumuz anlar gibi… Doğamıza, özümüze dönmek ve iyi hissetmek… İşte böyle bir an… Denizde attığım her kulaçta mavinin samimi kucaklayışı ve “merhaba” deyişiyle kendime geliyorum. Denizin ortasında sırtüstü uzanıp gözlerimi kapatıyorum ve açtığımda gökyüzünün maviliği altında adeta yeniden doğuyorum. Gökyüzü ve denizin özgür sınırlarında olmak hoşuma gidiyor. Bir de tabii sınırlarla ayrılan iki ülkenin bu kadar benzer oluşu, insana evindeymiş hissi veriyor. Öylesine sıcak ve alışıldık bir karşılama… “Hoş buldum…”

Bu kadar tanıdık olmayan şeyler de var tabii… Her yolculuk bir deneyim; bu defa yeni olan ise Eresos: Lesvos’un ünlü nudist plajı. Daha önce hiç nudist bir plaja gitmemiştim. Heyecanlıyım, meraklıyım ve bir kadın olarak bu deneyimi kadınların penceresinden aktarmak istiyorum.

Şöyle bir gerçeklik: Bir kadın, bisikletiyle tek başına geldiği bir plajda çıplak denize girebiliyor, güneşlenebiliyor ve sonra bisikletine binip evine dönebiliyor. Kendini güvende hissediyor ki bu deneyimi yalnız yaşıyor ve oradan başına bir şey gelmeden ayrılıyor. Gerçek bir özgürlük hissi olmalı… Kimsenin kimseyle ilgilenmediği ve her şeyin “normal” tanımlandığı o anlar… Hiçbir rahatsızlık hissetmeden, olanca “doğallığı” ile denizin mavisine karışmak, güneşin tadını çıkarmak… Belki bir kahve ya da buz gibi bir bira eşliğinde sohbet etmek… Bu deneyim kafamı biraz karıştırsa da kadınların bu kadar sorunsuz bir şekilde hayatın akışında yer bulabiliyor olmasına seviniyorum ve bizler için de aynısını umut ediyorum: Çatımız gökyüzü, ruhumuz mavi, gülüşümüz özgür ve umut biziz…

Lesvos’un mavisinden rengarenk köylerine uzanıyorum: Anaxos, Agiasos, Eresos, Molyvos, Petra, Sigri, Vatoussa, Skalochori, Mantamados… Her biri ayrı bir masal gibi… Sokaklarında dolaşırken sessizlikten kendi sesimi fazla buluyorum; bir çeşit meditasyon gibi… Şirin köy evleri, bir sanat eserinin önünde saatlerce durmanın verdiği hazla eşdeğer. Skalochori’nin meydanında otururken, kültürler arası diyalog ve anlam aktarımı dediğimiz şeyin uzağına düşüyorum. Yemek kültürü bize benzese de köyün şehirli hali yüzüme tokat gibi çarpıyor. Köy kahvesi adeta şehirdeki bir kafe gibi hizmet sunuyor: İsterseniz Freddo Espresso, isterseniz buz gibi bir Mythos birası…

Petra… Deniz kokusunun adeta tüm kasabayı sardığı, tepedeki Panagia Glykofilousa’dan bakıldığında manzarasıyla kendisine bir kez daha hayran bırakan bir sahil kasabası. Bu anlarda Ege’de bir sahil kasabasında emeklilik hayali kuran herkesi selamlıyorum.

Molyvos… Merdivenlerinden atlaya zıplaya inerken tanıdık bir çocuk neşesiyle doluyorum. Lesvos’un akşam rüzgârı saçlarımı savururken, bir Yunan adası sadeliğinin hayatı nasıl daha yaşanır kıldığını hatırlıyorum.

Favorim Agiasos oluyor. Olympos Dağı eteklerinde yemyeşil ormanlarla çevrili; dar taş sokakları, rengarenk geleneksel taş evleri ve tabii seramik süslemeleri… Sanata olan düşkünlüğümden olsa gerek seramik beni anında yakalıyor… Panagia Agiasos Kilisesi, hac merkezi olarak da kabul gören bir kilise; burada bir vaftiz anına denk geliyorum. Ardından köyün renkli kafelerinden birinde etrafı seyre dalıyorum: Her şey öylesine renkli, telaşsız ve doğal ki, tıpkı yaşam gibi; bu anlarda kendimle baş başayım… Görüyorum, öğreniyorum, deneyimliyorum, dönüşüyorum ve her seferinde yeni bir ben olarak yoluma devam ediyorum… Lesvos’un renkli dünyasında çocuk ruhumu beslediğim her an, büyümek yerine kendim kalabilmenin manifestosu ile gözlerimi yeniden gökyüzüne çeviriyorum. Yıldızların tüm parlaklığıyla ânı güzelleştirdiği bu geceden, zihnimden satırlara akanlar ile tatilimi sonlandırıyorum.

Sappho’nun memleketinden, içindeki ışıltıyı kaybetmeyen tüm kadınlara…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir