Tarihin kalbinde, özgürlüğün anlamını yeniden ararken…
Bu kez, insanlığa büyük bir miras bırakmış bir medeniyete ev sahipliği yapmış topraklardan sesleniyorum: demokrasinin doğduğu yer, Atina’dan. Yıllardır zihnimde yankılanan şu cümleleri, şimdi tarihe tanıklık etmenin büyüleyici hazzıyla, doktora tezimden bir alıntıyla buraya taşıyorum:
“Klasik demokrasinin ilk örneği Atina demokrasisi, antik çağda doğrudan demokrasinin hem ilk hem de son temsili olması sebebiyle oldukça önemlidir. Her ne kadar yalnızca erkek vatandaşlara katılım hakkı tanıyarak kadınları, köleleri ve metekleri (medeni haklara sahip yerleşik yabancılar) dışlamış olsa da, mevcut haliyle hem fikir hem de uygulama açısından çağının çok ilerisindedir.”
Şehre adım attığım anda, demokrasi ütopyasından büyülenmiş her birey gibi içimi “özgürlük” duygusu sarıyor. Atina Akropolisi’nin heybetli kapısından girerken tarih boyunca zamanın katmanlarını soluyorum; yukarıda, taşlara kazınmış tarih ile göz göze geliyorum. Bu eşsiz güzelliği bir de tepeden görmek için Lycabettus Tepesi’ne tırmanıyorum. Karşımda uzanan manzara nefesimi kesiyor. Zihnim istemsizce İstanbul’a gidiyor… Onun kaotik özgürlüğü ile Atina’nın düzenli sakin özgürlüğü zihnimde çatışıyor. İstanbul’un özgürlük anıları çoğu zaman bir kaosa dönüşürken, Atina’nın sade ve dingin bu anında bir nevi huzur doluyorum.
Ardından Pnyx Tepesi’nde demokrasinin izini sürmeye devam ediyorum. Halk meclisinin toplandığı alanı adımlarken, katılımcı demokrasinin ilk ve tek örneği olan bu binlerce yıllık geleneğe ayak basmanın heyecanıyla, demokrasi fikrinin derinliğini bir kez daha idrak ediyor ve bugünden Atina vatandaşlığına gıpta ediyorum.
Bu düşüncelerle Plaka bölgesine doğru ilerliyorum. Kalabalığın içinde kaybolurken, şehirlerin bana hep hissettirdiği o tanıdık duyguya tekrar kapılıyorum: “Kalabalıklara karışmak ve kalabalıklarda yok olmak…” Ama bu kez farklı. Plaka, Bodrum mimarisini anımsatan zarif evleriyle karşıma dikiliyor ve adeta fısıldıyor: “Beni bildiğin şehirlerle karıştırma.” Beyaz boyalı evleri, gurbette eski bir dostla karşılaşmak gibi sıcak; aynı zamanda estetik duygumu okşayacak kadar zarif. Bu sokaklardan birinde, 1837-1841 yıllarından kalma ilk üniversiteyi görüyorum. Benim için bir dönüm noktası daha… Kafamda sorular beliriyor: Bugün üniversite neyi temsil ediyor? Bilginin değeri, bilimin özgürlüğü, akademinin tarafsızlığı… Belki de bu sokakta yürüyen gençler, bir zamanlar hakikatin peşinden koşan o ilk öğrencilerin izini sürüyordur, kim bilir?
Ne de olsa şehrin düşünceye katkısı tartışmasız bir gerçek. Sokrates, Platon, Aristoteles gibi büyük düşünürlere ev sahipliği yapmış olan Atina, yalnızca fikirlerin doğduğu değil, aynı zamanda sorgulamanın, tartışmanın ve özgür düşüncenin yeşerdiği bir yer; Academy of Athens’i görmeden dönmek, cümleyi nokta koymadan bitirmek gibi olurdu. Düşünmenin ve düşündüklerini dile getirmenin “özgür” bir eylem kabul edildiği dönemlere ev sahipliği yapmış bir şehirde olmak tarifsiz.
İşin ironik yanı şu: Bunca “demokrasi”, “özgürlük” konuşmuşken, dönüş günümde şehirde grev ilan ediliyor ve havayolu şirketi greve destek verdiğini açıklıyor. Binlerce yıl öncesinin demokrasi fikriyle ziyaret ettiğim şehir, bana son bir iyilik yapıyor ve kendimi bir demokrasi şöleninin ortasında buluyorum. Binlerce insan sokaklarda yürüyor, taleplerini dile getiriyor. Ben de onlara katılıyorum ama şaşkınım: Kimse müdahale etmiyor. O an anlıyorum ki, Atina’da demokrasi sadece müzelerde sergilenen bir kavram değil; sokaklarda, insanlarda, seslerde yaşıyor.
Sevgili Atinalılar için umutluyum.
Belki o umut, bize de bulaşır…








Bir yanıt yazın