Gerçekle hayalin birbirine karıştığı Bergen’den ayaklarım yere basmadan ayrılıyorum...
Norveç’in medeniyet seviyesini arşa çıkardığı anlara Oslo’da tanık olmanın memnuniyeti ve, kabul ediyorum, biraz da şaşkınlığı içinde Norveç’in ikinci büyük şehri Bergen’e gidiyor ve “başka türlü şehirler mümkün” gerçeğiyle yüzleşiyorum. Avrupa’da tren yolculuklarını sevmeye başladım; harika manzaralar sunan ve bir o kadar da “konforlu” bir yolculuk anlayışıyla tanışınca, her gittiğim şehirde tren rotaları arar oldum. Oslo–Bergen (Bergensbanen) hattı ise “anlatılmaz, yaşanır” dedikleri türden… Panoramik tren yolculuğu boyunca insanın nefesini kesen manzaralar sunuluyor. Öyle ki gözlerimi trenin camından bir saniye bile ayırmıyorum. Hiçbir ânı kaçırmamam gerek; yolculuk boyunca gördüğüm o muhteşem doğa görüntülerini zihnime kazımalıyım. Öyle bir şevkle ve biraz da “gerçek mi bu?” diye sorgulatan bir şaşkınlıkla izliyorum; çünkü yol boyunca gördüklerim gerçek olamayacak kadar güzel…
Zihnim, eşsiz manzaranın büyüsüyle lisedeki resim dersine uzanıyor: tuvalle ilk tanışmam… Yağlı boya resim yapmaya çalışıyorum. Paletteki renklerin ışıltısına, fırçanın tuvalde kayışına ayrı ayrı hayran oluyorum. Bir şeyi ilk defa deneyimlemenin heyecanını yeniden hatırlıyorum. Tuvale aktarmak için seçtiğim doğanın içinde çitlerle çevrili bir ev, rengarenk bir an beliriyor hafızamda… Tıpkı tuvalden fırlamış gibi, biz şehirliler için idrak edilmesi zor bir gerçeklikte, öylesine güzel ve doğal…
Trenden inerken bu muhteşem manzaranın sarhoşluğu geçecek diye korkmuyor değilim. Ne de olsa bir şehirdeyim! Ama bu şehir, neyse ki, başka şehirlere benzemiyor. “Başka türlü şehirler mümkün” gerçeğiyle yüzleşme ânıma ilerliyorum ve şehrin popüler hiking rotalarından biri olan Fløyen Dağı’na doğru tırmanışa geçiyorum. Her adımımda yeşilin bin bir tonunu yeniden selamlamanın keyfiyle mest oluyorum. Şehrin içinde böyle bir hiking rotasının bulunması benim için olağandışı bir durum; ne de olsa meşhur yedi tepeli İstanbul’da bir tane bile hiking rotası yok! Burada ise şehirleşmenin doğayla uyum içinde, hatta doğaya uyumlanarak nasıl bu kadar içine gizlenebildiğine hayret ediyorum.
Bu düşüncelerle hedefime ulaşıyorum. Artık Bergen ayaklarımın altında ve ben, müsaadenizle, beni bekleyen manzarayı seyre dalıyorum… Manzaranın keyfini sürdükten sonra bir diğer doğa harikası olan Skomakerdiket Gölü’ne doğru ilerliyorum. Gölün etrafında dolaşırken sessizlikten kulaklarım patlıyor; kuş sesleri eşliğinde bir banka oturuyorum ve o an kabul ediyorum: evet, “huzur” diye bir şey var.
Bir şehrin tüm dinginliğiyle nasıl yaşanmaya değer olduğu rüyasının peşinde, bu kez şehrin mahallelerine karışıyorum. Bu kısım tüm seyahatlerin en sevdiğim bölümü: Bilmediğim bir şehrin sokaklarında amaçsızca dolaşmak… Tıpkı Walter Benjamin’in “flanör” kavramıyla tanımladığı gibi… Bakmayı ve görmeyi seviyorum. Adeta bir flanör gibi Nordnes, Nøstet, Verftet mahallelerinde yavaşça adımlıyorum. Gözlemledikçe zihnimde “yaşam” ve “ev” kavramlarının anlamı değişiyor. Küçücük apartman dairelerinde nefes almaya çalışan bizlerin yaşamaktan anladığıyla, burada yaşayanların yaşamaktan anladığı şey kuşkusuz bambaşka; adeta başka bir yüzyılda nefes alıyorlar. Doğaya ve sanata bir o kadar yakın olan bu insanlar, aynı zamanda yaşamlarını gerçekten “insanca” yaşamaya değer evlerde sürdürebiliyor. Biraz gıpta ediyor biraz da kendimize üzülüyorum. Ama sonunda kabul ediyorum: Norveç’in medeniyet seviyesi önünde saygıyla eğiliyorum ve adeta masal kitaplarından fırlamış bu evleri zihnime kazıyarak bir diğer mimari harikayı görmek üzere yola koyuluyorum.
Bryggen rengarenk ahşap evleriyle tarihten fırlamışçasına karşımda duruyor. Bu anlarda bana adeta şehrin içinde zamanda yolculuk yapma fırsatı sunuyor. Aynı zamanda burası UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan tarihi bir liman bölgesi. Orta Çağ’dan kalma bu ahşap evler, zamanında Hansa Birliği’nin ticaret merkezi olarak inşa ediliyor. Ancak zamanla çeşitli yangınlarla zarar gördüğünden, aslına uygun şekilde yeniden restore ediliyor. İçinde yer alan müzeler, atölyeler, dükkanlar ve kafeler ile şehrin cazibe merkezlerinden biri haline geliyor.
İstanbul’un kalabalığından Bergen’in sakinliğine uzandığım bu anlarda, flanör olmanın en keyifli halini Bergen’in sokaklarında yaşadığımı itiraf ediyorum. Tüm renkleri tekrar hatırlamanın hazzıyla hafızamda yer eden anları sonlandırırken, yeniden orada olma hissiyle müthiş bir heyecan kaplıyor içimi. “Bir şehri anlamak için sokaklarında kaybolmak gerekir” diyorlar. Haklılar… Bergen’de kaybolduğum her an, aslında kendime biraz daha yaklaştım.











Bir yanıt yazın