Her adımda geçmişin yankılandığı bir şehir: Berlin, insanın yüzleşmek zorunda kaldığı kolektif bir hafıza gibi…
Berlin’i sevmek zor. Belki de onu anlamaya çalışmak, sevmekten daha dürüst bir çaba gerektiriyor. Berlin sokaklarında yürürken adeta şehri sevmek ve sevmemek arasındaki “sınır!”larda geziyorum; barışa, insanlığa yakın bir mesafede soluklanıyorum ve iç sesim kulağıma fısıldıyor: “Savaş anıları ile dolu bir şehir nasıl sevilebilir?”
Haksız da sayılmaz hani. Demem o ki, Berlin duvarının üzerindeki grafitiler — sanatın dokunduğu her şeyi güzelleştirdiği fikrinden bağımsız — bir şehrin sokaklarına bir duvar örerek, sırf siyasi amaçlar uğruna farklı rejimler altında hapsedilen yaşamları unutturmaya yeter mi? Doğu Berlin ve Batı Berlin… Tarihin en acımasız anlarına tanıklık etmiş bir duvarın önünde yürürken, “duvar örmek” eylemini yeniden ve yeniden sorguluyorum; hayatlara sınırlar çekmek, hayatları hapsetmek fikri ile harmanlanmış salt “kötülük abidesi” ruhumu yaralıyor.
Neyse ki duvarın sanatsal illüzyonu, bugünün ideal insanının ruhunu yakalayabiliyor! Bir iki dijital medya görüntüsü için oldukça ideal! Meşhur sosyalist kardeşlik öpüşmesi: 1979 yılında Sovyetler Birliği lideri Leonid Brejnev ile Doğu Almanya lideri Erich Honecker’in, Berlin’deki 30. Doğu Almanya kuruluş yıl dönümünde verdikleri o unutulmaz poz… Bu an, Rus sanatçı Dmitri Vrubel tarafından “My God, Help Me to Survive This Deadly Love!” ismiyle Berlin Duvarı’nın kalıntılarından biri olan East Side Gallery’ye resmedilmiş ve ikonik hale gelmiş. Ben de bu anı ölümsüzleştiriyorum, tam anlamıyla “deadly love”ın hakkını veriyorum; bir taklit, belki bir gerçeklik, belki de bir itiraz… artık nasıl tanımlarsanız.
Berlin’in bir diğer meşhur durağı elbette Checkpoint Charlie; Sovyetler kontrolündeki Doğu Berlin ve Amerika kontrolündeki Batı Berlin arasında yer alan sembolik nokta. Orijinal kulübesiyle tarihten fırlamış bir âna tanıklık ederken, turistler için teatral bir cazibe merkezi hâline gelmiş olsa da aslında casusluk hikâyeleri, kaçış denemeleri ve dramatik geçişler ile duvarın böldüğü dünyanın geçiş hayalini temsil ediyor.
Berlin Duvarı ile ilişkili kuşkusuz en etkileyici film “Good Bye Lenin!” düşüyor aklıma. Doğu Almanya’nın yıkılışı ve duvarın ardından gelen dönüşüm, son derece yaratıcı ve duygusal bir hikâyeyle anlatılıyor. O filmden bir sahneyi Berlin’de anılarım arasına katmak istiyorum ve devasa bir Coca-Cola reklam afişinin asılı olduğu o binayı buluyorum. Bu afiş, Batı’nın (kapitalizmin) artık Doğu Berlin’e tamamen hâkim olduğunun son derece çarpıcı ve sembolik bir göstergesi.
Topographie des Terrors (Terörün Topografyası) Müzesi’nde geçmişin karanlık odalarında gezinmeye devam ediyorum. Nazi döneminde SS ve Gestapo karargâhlarının bulunduğu yerde kurulan bu açık hava ve arşiv müzesi, tarihin en karanlık yüzünü belge niteliğinde sunuyor. Dönemin propaganda çalışmalarını incelerken halkla ilişkiler dehası (!) Goebbels’in hakkını teslim ediyorum! İnsanlığa aykırı tüm durumları savaşa zemin hazırlamak için manipülasyonu ve bu yolla halkı iknası kabul edelim ki takdire şayan! “Biz nasıl savaşıyorsak, sen de zafer için çalış!” Tarihten kanıtlar ile Yahudilere yapılan zulmü tüm çıplaklığı ile gözler önüne seren müzede düşünmeden edemiyorum: “Almanya, zulmettiğini kabul ettiği ve müzelerinde bu gerçeği gelecek nesillere taşıdığı, yani geçmişi ile yüzleştiği için affedilebilir mi?” Tüm dünyayı savaşa sürükleyen, insanları sırf ırkından dolayı yok ederken diğer yandan onları aşağılayan ve bu durumla eğlenebilen; ölüm kamplarının vahşetinde yok olan Yahudi ailelerin isimlerini bugünün süslü kaldırımlarına yıldızlar ile işleyen bir “özür!” … Affınıza sığınarak, affedemiyorum!
Tarihin sanatsal boyutunun soyutlamalarında kaybolmak ve biraz da gerçeklerden uzaklaşmak umuduyla Pergamonmuseum’u (Bergama Müzesi) gezerken, en meşhur yapıları Zeus Sunağı ve Milet Pazar Yeri’nin büyüsüne kapılmamak elde değil; ama yine de hayıflanmadan geçemiyorum. İzmir Bergama’da gezdiğim antik kentin eksik yapılarını Berlin’de tamamlıyorum. Bir antik kenti zihnimde İzmir ve Berlin yapıları ile tamamlama şerefine (!) nail olarak müzeden ayrılıyorum.
Büyük şehirlerin büyüsüne kapılmak her zaman kolay olmuştur benim için, ama bu defa Berlin beni büyülemek yerine düşünmeye, sorgulamaya ve yüzleşmeye zorladı. Belki de bazı şehirler, unutulmak değil, hatırlanmak için vardır.





Bir yanıt yazın