Paris Romantik de, O Kadar mı?

Hemingway’in Paris’inden kalabalık Louvre kuyruklarına; ışıklar, hayaller ve gerçekler arasında bir yolculuk…

Bu defa Paris’in romantize edilişinin hakkını yermeye geldim 🙂 Gerek filmlerde izlediklerimizden gerek romanlarda okuduklarımızdan kabul edelim her zaman büyülendik. Hemingway “A Moveable Fast” kitabında şairlerin, yazarların, ressamların uğrak yerleri birbirinden güzel Paris cafe’lerini betimlerken; Notre Dame Katedrali’nin ihtişamı ve  Paris sokaklarının zamansızlığında birbirinden güzel karşılaşmalar ile dolu Paris anılarına kabul edelim ki hayrandık. Paris’te yaşamak, Paris sokaklarında dolaşmak, Paris cafe’lerinde edebiyat konuşmak ve yaşamı olağanca yavaşlığıyla şehrin romantizmine bırakmak hayali ile aktı satırlar.

Hadi kabul edelim, bizler, her zaman bir Paris romantizmi hayal ettik. Belki Champ de Mars’te bir kadeh şarap eşliğinde Eyfel Kulesi ile büyülenirken sevgilinin dudaklarıyla buluşmaktı hayalimiz. Belki de nehir kenarındaki kitapçılarda dolaşırken aynı anda aynı rafa uzanan ellerimiz, entelektüel gelişmişlik düzeyinin denkliği ile sarsılacak ve bu tesadüfün sarhoşluğuyla şehrin sokaklarında edebiyat konuşmaları yapacaktık. Ardından günün tüm yorgunluğunu atmak için şehrin ünlü kitapçılarından biri olan Shakespeare and Company’de oturup kahvelerimiz eşliğinde aldığımız kitaplar üzerine tartışacaktık.

Ama gün Louvre Müzesi’nin uzayan kuyruğunda başlayınca şehrin sokaklarının romantizmi yerini şehrin kalabalığının idrakına bıraktı. Dünyaca ünlü müzenin bahçesinde dünyanın her yerinden yüzlerce sanat meraklısı! İnsanın görülmeye değer sanat eserleri için müzeye akın etmesi, yine aynı bilinçle her gördüğü sanat eserini fotoğraflaması muhteşemdi. Öyle ki o anlarda adeta Mona Lisa ağlıyordu ya da daha ironiği Leonardo Da Vinci eserinin dijitale yansımasıyla gurur duyuyordu! Yine de benim favorim Delacroix’in “Liberty Leading the People” tablosuydu. Ne de olsa ateşli Fransız Devrimi’ni ve yüzyıllardır ben de dahil birçoklarının yazdığı demokrasiyi temsil ediyordu ve tabii ki özgürlüğün kadın alegorisi Marianne.

Belki de bunların hiçbiri değildi, güzel olan şehrin ışıklarıydı. İnsanı karanlıkta yakalayan, geceyi tüm ihtişamıyla aydınlatan Eyfel’in ışıkları mı daha güzeldi yoksa Notre Dame Katedrali’nin ışıkları mı? O anlarda geceye salınan ışık oyunlarıyla büyülenirken seçim yapmak öylesine zordu ki, Sein nehri kıyılarından veya  Pont Alexandre III köprüsünden gecenin renklerine hayran olmak ve rengarenk hayaller kurmak Paris’in gerçek romantizmini yakalayabilirdi.

Şimdi İstanbul’da oturmuş bu anlar arasında gidip gelirken aslında şehrin romantizm beklentisinin çok abartıldığını düşündüğüm noktadan sesleniyorum ve sanırım yazıyı sonlandırırken itiraf edebilirim evet, Paris idealize edilen kadar romantik olmayabilir; ama biliyorsunuz ya herkesin romantizmi kendine ve yine ne derler bilirsiniz “Paris is always a good idea…”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir